Azmi SÜSLÜ
Dünya tarihinde çoğunluk-azınlık münasebetlerine, dini-ırki telakkilere, birinci-ikinci sınıf vatandaşlık ayrımlarına, göç, sürgün, mübadele, iltica olaylarına, kolonizasyon-dekolazisyon hareketlerine, az gelişmişlik-çok gelişmişlik, medeni-gayr-i medeni telakkilerine bakıldığında, coğrafi, kronolojik veya ırki bazı farklılıklar hatta uçurumlarla karşılaşılmaktadır. Kimi coğrafya veya topluluklarda başka ırktan, başka din ve mezhepten olanlar savaşlarda ön saflarda bırakılırken, kimilerinde en ağır işlerde çalıştırılmışlardır. Kimileri söz, düşünce, din ve vicdan hürriyetinden mahrum bırakılmıştır. Kimileri resmi din ve mezhebi kabule zorlanırken, kimileri engizisyon mahkemelerinde ölüme mahkûm edilmiştir. Kimileri yerlerini, yurtlarını terk etmek zorunda kalırken, kimileri kitle imha silahlarıyla katledilmişlerdir. Kimilerinin kendi memleketlerinde dilleri, dinleri, kültürleri erozyona uğratılırken, kimilerinin tabiat varlıkları sömürülmüştür. Kimileri derisi kara, rengi sarı olduğu için modern çağda bile köleleştirilmek istenirken, kimilerinin adları, dilleri bile değiştirilmeye kalkışılmış, parlamentoya girmeleri, idari kadrolarda yer almaları şu veya bu şekilde engellenmiştir. Kimileri açlığa terkedilir, göçe zorlanırken, kimileri de kendileri adına adalet-eşitlik isteyenler tarafından kabul edilmemiş, kapı dışarı bırakılmıştır.
Bütün bu karışık, karmaşık ve aklın, havsalanın kabul etmediği münasebetler zinciri içinde Türk tarihine bakıldığında^çok daha değişik ve insani tablolarla karşılaşmak mümkündür. Türk tarihinin hemen her devrinde kendinden olmayanlara, yabancılara, yolda, darda kalanlara, güçsüzlere yardımda bulunulmuştur. İster 1492'lerde olsun, isterse 1935'lerde isterse, 1990 veya 1991'lerde olsun, Türkiye'ye iltica edenlere kapılar açılmış ve birçok ülkenin yaptığı gibi geri çevrilmemişlerdir.
Kendi dininden, dilinden olmayanlarla birlikte aynı coğrafyada yaşandığında ise, çoğu zaman kendi ırkından, dininden olanlara sağlanandan, verilenden çok daha fazlası sağlanmıştır. Gayr-i müslimlere veya azınlıklara çoğu kez %50'lere hatta %100'lere varan vergi muafiyeti sağlanmış, askerlik yaptırılmamış, dilleri, dinleri, mezhepleri serbest bırakılmış, seyahat, ticaret ve söz hürriyeti tanınmış, en yüksek idari kadrolarda bile yer verilmiştir.
Bütün bunlara rağmen, dün olduğu gibi bugün de, Türklere yönelik bir takım haksız ithamlarda bulunulmaktadır. Azınlıkların haklarının ellerinden alındığı, din ve vicdan hürriyeti tanınmadığı, seyahat ve teşebbüs imkânlarının verilmediği, göçe, soykırıma tâbi tutuldukları, haksız hüküm giydikleri, vatandaşlar arasında ayırımlar yapıldığı, iltica edenlere iyi davranılmadığı iddia edilmektedir.
İşte bu bildirimizde Türkiye'nin dünkü gibi bugün de azınlıklara en çok hak tanıyan bir ülke olmasına rağmen, neden en çok eleştirildiğini, isyan etmelerine, düşmanla işbirliği yapıp ihanet etmelerine rağmen, affedildiklerini, nasıl insani bir muameleye tâbi tutulduklarını incelemeye çalışacağız. Yararlandırdığımız kaynaklar ise, başta Cumhurbaşkanlığı Arşivi olmak üzere, diğer arşivlerin orijinal belgeleri ve yerli ve yabancı kaynaklar olmuştur.
Olayların sebep-sonuç ilişkilerini iyi kurabilmek için XX. yüzyıl başlarında Osmanlı Devleti'nde azınlıkların durumunu ve Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele'deki davranışlarını kısaca gözden geçirdikten sonra, Türkiye Cumhuriyeti idarecilerinin kuruluş yıllarındaki tutumlarını, belgelerin elverdiği ölçüde, gözler önüne sermeye çalışacağız.
Osmanlı Devleti'nin savaş arifelerinde ve savaş sırasında gayr-i müslimlere uyguladığı siyaset, birkaç cümleyle açıklamak gerekirse, şöyle olmuştur: Teokratik bir idare şekline sahip olan Osmanlı Devleti, azınlıklara dini bir politikayla yaklaşmış ve onları "Müslüman olmayanlar" şeklinde sınıflandırmıştır. Müslüman olmayanlara, tanınan statü ise, iki yönlü olmuştur. Birincisi, hem müslim, hem de gayr-i müslimlerin yararlandığı hukuk sistemi, ikincisi de, sadece gayr-i müslimlerin yararlandığı imtiyazlar sistemidir. Bir padişahtan ötekine artırılan, teyid edilen ve kendi ırk ve dininden olanlardan fazla hak tanıyan bu imtiyazlar sistemine dünya tarihinde pek rastlamak mümkün değildir. Osmanlılarda Fatih'le şekillenen imtiyazlar, 1839 Tanzimat Fermanı, 1876 ve 1908 Meşrutiyetleriyle de teyid edilmiş ve Batı'nın teminatıyla milletlerarası bir şekil alarak Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna kadar devam etmiştir. Böylece Osmanlı Devleti'ndeki Müslüman olmayan Ermeni, Rum, Yahudi, Süryani, Keldani vd. unsurlar Müslümanlar gibi askerlik yapmamışlar, kan bedeli ödememişlerdir. Dillerine, dinlerine, mezheplerine, kültürlerine karışılmamış, çoğu vergilerden muaf tutulmuş, ticari kolaylıklar sağlanmıştır. Böyle olunca da yüzyıllar boyu, dünyanın hiçbir yerinde rastlanmadığı ölçüde çoğalma ve zenginleşme imkânına kavuşmuşlardır.
Konuyla ilgili birçok yerli, yabancı hatta azınlık kaynakları mevcuttur. Türkler aleyhinde yazılanlar bile bunu itiraf etmekten kendilerini alamamışlardır. Bunlardan sadece bir tanesini vererek konuyu teyid etmek istiyoruz. İngiliz İstihbarat Servisi'nin belgelerine dayanarak yazıldığı iddia edilen ve 1916'da "Bleu Book" adıyla İngilizce, 1987 yılında da "Livre Bleu" adıyla Fransızca olarak yayınlanan tarafgir kitap bile bu hususu şöyle dile getirmektedir:
"Coğrafi araştırmalarımız şunu ortaya koymuştur ki, maharetleri ve huyları sayesinde Ermeniler, Türkiye'nin sanayi, ticaret, maliye ve entellektüel faaliyetlerinin büyük bir kısmını ellerine geçirmişlerdir. Rumlar Ege kıyılarında, Yahudiler de Balkanlar'da onlarla rekabet edecek durumda olmalarına rağmen, Türklerden çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşanlarla hiçbir rekabet endişesi olmaksızın İmparatorluğun diğer kısımlarının tamamı Ermenilerin tekelinde idi" (1).
Osmanlı Devleti'nin son zamanlarına kadar azınlıklarına tanıdığı bu sosyal, iktisadi, ticari imtiyazlar, bir başka ifadeyle Osmanlı Devleti'nin aşırı iyi niyeti, toleransı, bazı batılı yazarlara, Mustafa Kemal ve devrinin idarecilerine göre, Osmanlı Devleti'nin yıkılışını sağlayan en Önemli sebeplerden biri olmuştur.
Nitekim bu görüşü haklı çıkaran olaylar İmparatorluğun her yerinde bilhassa Doğu Anadolu'da cereyan etmiş, gerek dışarıdan, gerekse içeriden yapılan tahrikler sonunda başta Ermeniler olmak üzere azınlıklar arasında isyanlar, ihtilâller çıkmıştır. Bunlardan bir kısmı düşmanla işbirliği edip ihanet etmişler ve sonucunda da "sevk ve iskân"a veya meşhur olan adıyla "tehcir"e ve mübadeleye tâbi tutulmuşlardır. Alınan bu insani tedbirlere rağmen, başta Ermeni ve Rumlar olmak üzere Türkiye'deki azınlıklar veya bunlardan yurtdışına göç etmiş olanlar, batılılarla beraber, hem Osmanlı Devleti yetkililerini, hem de kuruluşundan günümüze kadar Türkiye Cumhuriyeti idarecilerini karalamaktan kendilerini alamamışlardır. Birinci Hükümet göçü ve sözde soykırımı başlatmakla, Mustafa Kemal Hükümeti devam ettirmek ve sonuçlandırmakla, günümüz Hükümetleri de bunları kabul etmemek, tazminat ödememek veya toprak vermemekle suçlanmaktadır (2).
Devlet güçlü olduğu zaman bağlılık yeminleri eden, zayıflayınca veya güç durumda bununca da düşmanla işbirliği yapıp ihanet eden kiliseler ve patrikhaneler olmuştur. Bir örnek verecek olursak İstanbul Ermeni Patrikhanesi 1922 yılında İstanbul'da yayınladığı "Les Atrocites Kemalistes" (Kemalist Mezalim) isimli kitapta aynen şu ifadelere yer vermiştir:
"Milliyetçilerin Hükümeti ele geçirmelerinden beri 1915-1916 yıllarında Ermenilerin soykırımında önemli yerleri olan bölge siyasileri de yavaş yavaş iktidara geldiler. Geçen yıldan beri Ma'müratü'l-Aziz vilayetinin idaresi, Anadolu'nun her vilayetinde teşekkül edip merkezi Ankara olan Milli Müdafaa Grubu'nun eline geçti. Mustafa Kemal Paşa da onun Reisi'dir..."
Benzer ithamların yer aldığı kitabın bir başka sayfasında ise şu ifade mevcuttur:
"Hiç şüphe yok ki, tebaadan olan veya Ankara Hükümeti'nin faaliyet sahasında bütün Hıristiyanların öldürülmesini hedef alan müthiş olayların Kemalist Türkiye'de hâlen sürdürülmesi, Türkiye'yi gerçekten Türkleştirme programının bir parçasını teşkil etmektedir. Ankara'da İktidarda bulunanlar, bütün Hıristiyanları yok ederek Hıristiyanlık problemini ortadan kaldırmayı kararlaştırdılar. Ne tahmin yapıyor, ne de dedikodudan bahsediyorum; sunduğum deliller kesindir" (3).
Bu iki ifadede Mustafa Kemal ve diğer yetkililer, hem sözde Ermeni soykırımını yapmakla, hem de Anadolu'daki Hıristiyanların kökünü kazımakla suçlanmıştır. Şayet Türk yetkililerinin böyle bir niyeti olsaydı, ki bunu gerekli kılacak zemin ve şartlar da mevcuttu, bir batılı yazarın dediği gibi, Türkiye'de hiçbir Hıristiyan kalmazdı.
Aynı şekilde bazı Ermeni-Rum çevreleri ve onları destekleyen bazı batılı yazarlar tarafından Mustafa Kemal'in "divan-ı harpteki bir şahitliğinde İttihat ve Terakki mensuplarının Ermenileri katlettiği" öne sürülmüştür (4). Yine Mustafa Kemal, Batı'nın ve patrikhanelerin baskıları sonucu kurulan ve sözde soykırım olaylarını yargılayan divan-ı harpteki üç kişiden biri olan ve gaddarlığından dolayı "Nemrut Mustafa Paşa" diye çağrılan Süleymaniye'li Mustafa Paşa'yla da karıştırılmıştır (5).
İlmi tutarsızlıkları, kronolojik yanlışlıkları ilk bakışta anlaşılan bu ithamlar, yine birçok Ermeni yazar, Sayın Türkkaya Ataöv ve tarafımızdan çürütüldüğü için burada üzerinde durmaya gerek görmüyoruz.
Bütün bu ithamlar ve menfi davranışlar karşısında Mustafa Kemal, gerek savaş yılları ve gerekse Cumhurbaşkanlığı sırasında, azınlık faaliyetlerini çok yakından takip etmiş ve geçmişte onlara verilen imtiyazların kaldırılması ve onların da Türkler gibi hak ve vecibelerde eşit vatandaş hâline getirilmesi için gayret sarfetmiştir.
Ona göre (6), "Rum ve Ermeni çeteleri ve komitecileri daima irtibatta bulundukları İngiliz subaylarıyla Amerikalı memurlardan çok yüz buldukları" (7), 23 Temmuz 1919'da başlayan Erzurum Kongresi Beyannamesi'nin 4. maddesinde şu kararı almak lüzumu hissedilmiştir:
"Anâsır-ı Hıristiyaneye hâkimiyet-i siyasiyye ve muvazene-i ictimaiyyemizi muhil imtiyâzât i'ta olunamaz" (8)
Bu karar, 11 Eylül 1919 tarihli Sivas Kongresi Umumî Beyan-namesi'nde de geniş bir şekilde teyid edilmiştir.
Lozan'dan önce imtiyazların kaldırılmasındaki ilk adım ise, 4-7 Haziran 1922 tarihinde Cemiyet-i Akvam'a bağlı Milletlerarası Cemiyetler Birliği'nin Prag'da benimsediği bir raporun Türk delegeleri tarafından kabul edilmesi ve Türkiye'deki azınlıklarla, Türkiye dışındaki Türklerin durumlarının Cemiyet-i Akvam'a sunulmasıyla atılmıştır. Böylece hem Türkiye'de karışıklıklar çıkaran azınlıklar zapt u rapt altına alınmak, hem de yurtdışında müdafasız ve Türkiye'den ayrılmış hükümetlerin kaprislerine bağlı kalan Türk azınlıklarının hakları korunmak isteniyordu.
"Aide-Memoire sur les Droits des Minorites en Turquie" (Türkiye'deki Azınlık Hakları Konusunda Hatırat) adıyla İstanbul'da yayınlanan konuyla ilgili kitapta(9), Türkiye'de asimilasyon politikası uygulanmamasına rağmen, Türkiye'den ayrılan ülkelerde Türklere, Müslümanlara zulmedildiği yabancı belgelere de yer verilerek ifade edilmiştir.
20 Kasım 1922'den 24 Temmuz 1924'e kadar yaklaşık iki yıl süren Lozan Konferansı sırasında da başta Mustafa Kemal olmak üzere Türk idarecilerinin kesin kararı, hem azınlık meselesini yurt içinde ve yurtdışında milletlerarası bir statüye kavuşturmak, hem de azınlıklara ait Patrikhane, Hahamhane, kilise, havra, yabancı mektepler vs. gibi müesseselerden, Hilafet müessesesinde olduğu gibi, Patrikhaneleri ve Hahamhaneyi ortadan kaldırmaktı.
Yerli kamuoyu buna hazırdı ve bu hususu M. Kemal yabancı kamuoyuna da ilân etmek maksadıyla, Lozan görüşmelerinin devam ettiği sırada, New York Herald Gazetesi muhabiriyle 4 Mayıs 1924 tarihinde yaptığı mülakatta bunu aynen şöyle ifade etmişti:
"Hilafetle beraber Türkiye'de mevcut olan Ortodoks ve Ermeni kiliseleri, Patrikhaneleri ile Musevi Hahamhanelerinin ortadan kalkması lazımdır...
Halifenin ve Patriklerin bu imtiyâzâtı kavânîmizin esasına teşkil etmişti. Bu nizâmât vaktinde müdebbirane bile olsaydı, yine bir tehdit teşkil eylerdi.
Zira terakkiyâtımızı te'hir ve işgal eyledi ve bu sebeple yalnız Türkiye, Avrupa'da komşusu olan bütün milletler arasında geride kaldı. Hükümeti işlemiyordu. Patrikhanelerin veya hilafetin itirâzâ-tına ma'rûz olmaksızın hiçbir ıslâhat veya terakkiperver fikri usûl-i idaremize idhâl edilemiyordu. Ma'amafih usullerimizden bazılarının tebdili zamanı geldi... Patrikhanelerin hiddetini tahrik etmeden usul-i tedrisimiz tebdil edilemezdi. Bunlar muavenet maksadıyla daima ecnebi Hükümetlere müracaat ediyorlardı.
Asırlardan beri Rusya, İstanbul Rum Patrikliği üzerindeki hegemonyası sayesinde işlerimiz üzerinde muzır bir nüfuz sahibi oldu. Rum Ortodoks ve Ermeni Patrikhaneleri vasıtasıyla idare usulümüz, diğer kilise idareleri ihdasını elzem kıldı. O vakit Rum-Katolik Patrikini ve Yahudilerin hahambaşılarını tasdike mecbur olduk...
...Türkiye'de mektepler ve kiliseler tahrikatın ocağı idi..." (10)
M. Kemal ve Türk yetkililerinin bu açık kararına rağmen, maalesef, esefle belirtiyorum çünkü bu müesseselerin menfi faaliyeti günümüze kadar devam ediyor, Lozan Konferansı'nda Hahamhane ve Patrikhanelerin kapatılma kararı alınamamıştır. Biraz sonra sunacağımız belgelerden de anlaşılacağı üzere, çok istemesine rağmen M. Kemal'in başaramadığı veya ertelemek zorunda kaldığı işlerden biri de budur.
Lozan'da Hahamhane ve Patrikhaneler kaldırılamamış, ama hiç olmazsa Türkiye'deki azınlıklara tanınmış olan imtiyazlar kaldırıla-bilmiştir. Yine ırk ve din esasına göre yapılan düzenlemede, Müslümanlar gibi Müslüman olmayanlara, azınlıklara, kamu hizmetlerinde, kanun önünde tam eşitlik sağlanmıştır. Kamu huzur ve düzenini bozmamak şartıyla, her türlü faaliyetlerinde serbestlik, din, vicdan ve ibadet hürriyeti, basın, eğitim dahü, her safhada kendi dillerini kullanma imkânı, kendilerine ait her türlü vakıf, eğitim müesseseleri, hastane ve ibadethane kurma, işletme, geliştirme, eğitim ve din hizmetlerinde devletten yardım görme hakkı, aile işlerini an'anelerine göre yürütme, düzenleme hakkı vs. tanınmıştır. Ayrıca Türkiye'de bu esaslara aykırı olabilecek hiçbir mevzuatın yapılamayacağı ve uygulanamayacağı belirtilmiştir. Bütün bunların yanısıra tarihin hemen her devrinde, belki de biraz cömertçe, gördüğümüz "Af Beyannamesi'ni veya "Aff-ı Umumîyi' TBMM kabul etmiştir. Buna göre, savaş sırasında, isyan, ihanet eden, düşmanla işbirliği yapan, Türklere karşı savaşan azınlıklardan Ermeniler ve Rumlar da dahil bütün azınlıklar affedilmiştir (11).
Lozan'da Hahamhane ve Patrikhaneler kapatılamamıştır, ama bunların faaliyetleri sadece din işleriyle sınırlı tutulmuş, dünyevi işlerle, siyasetle uğraşmaları, ideolojik çalışmalarda bulunmaları yasaklanmıştır. Yine yapılan inkılâplarla, azınlıkların aile hukukunu kendi an'anelerine göre düzenlemeleri hususunda farklılıklar ortaya çıkınca da 15 Eylül 1925'te Yahudiler, 17 Ekim 1925'te Ermeniler ve 27 Kasım 1925'te de Rumlar bu farklılığın kaldırılması için müracaat etmişler ve ülkede ayrı muameleye tâbi olmak istemediklerini ifade etmişlerdir (12).
Fakat bütün bunlara rağmen, içeriden ve dışarıdan gelen tahrikler sonucunda, azınlıkların yine eskisi gibi siyasi, ideolojik faaliyetlerle uğraşmaya başladıkları görülmüştür. ****** bunları çok yakından takip ettirmiş ve zamanında alınan tedbirlerle menfi faaliyetlerini önlemeye çalışmıştır (13).
Araştırma imkânı bulduğumuz Cumhurbaşkanlığı Arşivi'nde bu konuda yüzlerce belge mevcuttur. Biz, tebliğimizin bu dar çerçevesi içinde bunlardan sadece bazılarını sunmak istiyoruz.
Lozan'da Ermenistan ve Pontus hayalleri yıkılan Ermeniler, Rumlar ve onları destekleyen Batılıların yanısıra Osmanlı Devleti'nden ayrılmış olan Bulgaristan, Yunanistan, Suriye, Irak ve Kafkaslar'daki Ermeniler ve Rumlar, burukluğu ortadan kaldırmak amacıyla faaliyete geçmişlerdir. Belgeleri kronolojik bir sırayla takip edersek tabloların ortaya çıktığını görürüz:
3 Ocak 1923 tarihinde Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Fevzi imzasıyla Başkumandanlığa gönderilen mektupta İskenderun'daki Fransız milis taburunun %40'ının Ermeni ve Rumlardan teşekkül ettiği ifade edilmiştir (bkz. Ekler, belge no. 1).
21 Nisan 1925 tarihinde Dâhiliye Vekâleti'nden Riyaset-i Cumhur Başkitabet-i aliyyesine gönderilen yazıda İran hududundan ve diğer hudutlardan Ermenilerin Türkiye'ye doğru asker ve sivil şevketine hazırlığında bulundukları ve ileri karakollar kurdukları belirtilmiştir (Ekler, nu. 2).
1 Nisan 1929 tarihinde Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya imzasıyla Riyaset-i Cumhur Umumi Kâtibliği cânib-i âlisine gönderilen "mahrem" yazıda Elaziz Askeri Kışlası yanında Fransız, Alman papazla-rıyla, Diyarbakır ve Harput papazlarının sahibi oldukları Saint Anto-ine Kilisesi ve Mektebi'nde ibadet mahallerinin tahta döşemeleri altında, bahçe havuzu kenarında ve muhtelif yerlerde çeşitli silahlar, mermiler, bombalar, bomba kapsülleri ve muhaberede kullanılan eczalı kağıtlarla, gizli belgeler bulunduğu ifade edilmiştir (Ekler, nu. 3).
5 Eylül 1929'da Dâhiliye Vekâleti'nden Riyaset-i Cumhur Kâtib-i Umumiliğine gönderilen ve Ermeni Taşnak Komitesi'nin Paris'te yaptığı 2. kongre kararlarını ihtiva eden "mahrem" raporda Kürt-Türk muharebâtınm devam ettiği, Kürtlerin muzaffer olacağı, Süreyya Bey Bedirhan'ın Kürt ve Ermenilerle meskûn şehirlerde tahriklerde bulunduğu, Kürt-Ermeni işbirliğinin güçlendirilmesi gerektiği, Rumların Kürtlerle ilgilendikleri, New York'ta çıkan Yunan National Herald Gazetesi'nin Hoybun komitesinin (resmi!) tebliğleriyle, Süreyya Bey Bedirhan'ın makalelerini neşrettiği, Türkiye aleyhinde propaganda yaptığı, Türkiye Reis-i Cumhuru Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın muhtemelen Amerika'ya resmi bir ziyarette bulunacağı, Türkiye'deki Amerikan mekteplerini kapatan, Hıristiyan düşmanı olan(!) bu kişinin Amerika ziyaretine efkâr-ı umumiyyenin teham-mül edemeyeceği, milyonlarca Ermeni ve Rumu katletmiş (!) Türk Hükümeti mensuplarının Amerika'ya kabul edilmemeleri gerektiği, hariçte emniyetini sağlayan Türkiye'nin son dört-beş yıl içinde dahilde izleri kaybolmayacak inkılâpları yaptığı, geliştiği, Türklerin Anadolu'nun her tarafını dolduracak nüfusta olmadığından (?) Doğu Anadolu'nun Ermeni ve Kürtlere verilmesi gerektiği, Kürt meselesinin Ermeni meselesine bağlı olduğu, Şeyh Said isyanının Türk Hükümeti'ne 100.000 Liraya ve 50.000 kişinin telefine sebep olduğu, tırmandırılan yeni Kürt hareketinin Türkiye'ye daha büyük gaileler açacağı, bu harekâta Ermenilerin yanısıra Lazların, Çerkezlerin, İtilâfçıların, Halifecilerin harekete geçirilmesinin lüzumlu olduğu, istiklâl ümitlerini Türkiye'ye bağlamış olan Gürcüler ve Azerilerin ve diğer Kafkas milletlerinin en büyük düşmanlarının sadece Rusya değil aynı zamanda Türkiye olduğu ifade edilmiştir (Ekler, nu. 4).