Türk Destanı Üzerine İncelemeler
TÜRK DESTÂNI
Geçmişteki büyük olayların, savaşlarının, kahramanlıkların şiirleşmiş şekli olan millî destâna mâlik bulunmak millet için bir tâlihtir. Her millet bu tâlihe erişememiştir. Geçmiş zamanı, tüller arkasından görülen belirsiz görüntüler gibi gösterip bizi büyük karanlıktan kurtaran, bir soyun geleceği hakkındaki ümitlerini hayal meyâl belirten, bir milletin yüksek edebiyatının tohumlarını taşıyan millî destan, milli hazinenin en yüksek değerli mücevherlerinden birisidir. Fakat, bu mücevherin tam değerini bulabilmesi için yüksek bir sanatçının elinde, yıllarca işlenmesi, şekillendirilmesi gerektir. Bu işin en mükemmel örneği olarak İran destanı ile onu işleyip “Şehnâme” haline koyan Firdevsî gösterilir.
Biz, büyük parçalar halinde, çoğu birbirinin devamı olan destanlara malik bahtiyar milletlerden birisiyiz. Talihsizliğimiz, şimdiye kadar, içimizden bu destan parçalarını birleştirip işleyecek büyük bir sanatçımızın çıkmamış olmasıdır.
Bir millî destan o kadar mühim bir millî kuvvettir ki, bazan, bir milleti yaşattığı veya dirilttiği görülür. Firdevsî: “Farsça ile Acem milletini dirilttim” demekle haklıdır. Arap istilâsı ile yıkılıp bütün millî varlığını kaybeden ve hatta eski ırkî özellikleri bile kalmayan İran son devirdeki siyasî istiklalinden önce, Firdevsî’nin yarattığı “Şehnâme” sayesinde manevî-ruhî istiklalini kazanmıştı. Fars dili ve Fars millî rûhu yalnız “Şehnâme” sâyesinde yaşadı demek pek mübalâğa olmasa gerektir. Millî destanın millî hayattaki rolünü kavrayan bazı küçük milletlerin kendilerine millî destan uydurmaya kalktıkları bile görülmüştür.
Acaba, Türk destanı nasıl bir destandır? Hangi zamanları, hangi kahramanları, hangi düşünceleri ve karakterleri anlatıyor? Yunan destanı ile kıyaslandığı zaman, onlarınkinin daha çok efsanelerle dolu bulunmasına karşılık, bizimkinin tarihi olduğu, hemen dikkati çeker. Belki bu da, Türklerin mübalâğadan kaçan millî karakterlerin bir sonucudur.
Dünyanın ve insanların yaratılışı hakkındaki parça ile Altay Türklerinin pek mahalli kalmış bazı destan parçaları bir yana bırakılırsa, Türk destanına, bir nevi halk tarihi demek mümkündür. Fakat efsanevi olanlardaki şiiriyet ile tarihi olanlarınki hamasilik, manzum ve mensur büyük bir Türk destanı yaratacak olan sanatçı için bana biçilmez değerli unsurlardır.
Türk tarihinin hamasi ve lirik bir yankısı olan millî destanlarımız, bize Milattan önceki VII. Yüzyılın kırıntılarını bile getirmektedir. Fakat ne yazık ki bu büyük destanın mahiyetini ve onun baş kahramanı olan Alp Er Tunga’yı ancak İran kaynaklarındaki şeklinden öğrenebiliyoruz. Bu destanın Türkçesinden yalnız bir ağıt kalmıştır ki, o da, Milattan sonraki XI. Yüzyılda kağıda geçirilmiş ve orjinalliğini kaybetmemiştir.
Firdevsî, İranlıların “Afrasiyab” dedikleri Türk kahramanından Şehname de uzun uzadıya bahsetmiştir. Onu, yenilmiş ve kötü bir tip olarak göstermiş, hatta Şehname’nin Türkler üzerindeki tesiri dolayısıyla, Selçuklar ve Osmanlılar devrindeki Türk edebiyatında Afrasiyab, kötülüğün timsali haline gelmiştir.
Türk destanlarına şöyle bir bakmak bile, onlardaki bediî ve hamasî unsurları görmeğe yeter. Kadın güzelliği, kadının ilham verişi ve vefalığı, kahramanlıkta ölçüsüzlük, iyiliğin her zaman kazanışı, atın insana sadık yoldaş olması, gafletin her zaman ceza görmesi, namusun ve şerefin hayattan üstün tutulması Türk destanlarında belli başlı unsurlardır.
Dünyanın yaratılışı hakkındaki destana bakınız. Hiçbir şey yokken yalnız Tanrı ve ebedi su vardı. Bu yalnızlıktan sıkılan Tanrı, ne yapayım diye düşünürken sudan beyaz bir kadın çıkıyor ve ne yapayım diye düşünen Tanrı’ya “yarat!” diye ilham vererek suda kayboluyor. Tanrı, bu ilham üzerine şeytanı, yeri ve insanları yaratıyor.
Yine Dokuz Oğuz’ların türeyişleri hakkındaki destanı hatırlayınız: “Hun imparatorlarından birisinin o kadar güzel iki kızı vardır ki, bunlar hiçbir insana verilemez, ancak Tanrı’nın eşi olabilirler diye düşünüyor. Bu düşünce ile yurdun yüksek bir yerinde bir kule yaptırıp kızları oraya koyuyor ve onları eş olarak alması için Tanrı’ya yalvardıktan sonra gidiyor. Bir zaman sonra kulenin dibine yerleşen ve durmadan haykıran bir kurt, kızların dikkatini çekiyor. Tanrı, bir kurt şeklinde kendisini göstermiştir diyerek ona eş oluyorlar. Ve Dokuz Oğuz’lar bu evlenmeden türkülerini kurt ulumasını andırı şekilde seslerini titreterek söylüyorlar”.
İptidâi toplumlarda türlü şekiller gösteren bediîlik, görülüyor ki, Dokuz Oğuz Türklerinde pek şairane bir hal almıştır. Totemizmin veya eski bozkurt hanedanının hatırası olan “kurt babadan türeyiş” yanında bediî unsur olarak “dünya güzeli iki kız kardeşten doğuş” motifi herhalde birçok tarihi-destani eserlere, operalara konu olacak güçtedir.
Bugün, Türk destanı hakkındaki bilgimizin tam olmadığı muhakkaktır. Anadolu’da yer yer önemli destan parçalarının halk ağzında yaşamakta olduğunu gösterecek deliller vardır. Bu delillerden biri, son yıllarda halk bilgisi araştırmaları sırasında elde edilen bazı yeni Dede Korkut varyantları, diğeri de Baki Arık tarafından yayınlanan “Adana’nın Fethi” adlı küçük bir kitaptır. Adana’nın fethini Adana Türkleri arasında yaşayan hatırasının yayınlanması bize diğer şehirlerimizin de böyle fetih destanları olabileceğini düşündürdü. Anadolulu bazı aydınlarla yaptığımız konuşmalar, hiç olmazsa bazı şehirlerimizde böyle destanlar olduğunu, halk arasında söylenen ve yaşlılar azaldıkça yavaş yavaş unutulan bu destanların gecikmeden kağıda geçirilmezse, kaybolup gideceklerini de bize öğretmiş bulunuyor.
Fakat Türk destanının, bundan başka meseleleri de vardır. Bunlardan birisi de, yayınlanmış ve hatta kesin şekillerini almış destan parçaları üzerinde yetkililerin ortak kanaat ve sonuca varmamış olmalarıdır. Mesela “Battal Gazi” destanı, Türk destanı mıdır, yoksa Türkçe’ye çevrilmiş veya adapte edilmiş bir arap destanı mıdır? “Köroğlu” destanı VII. Yüzyıla ait bir Gök Türk destan parçası mıdır, yoksa XVI. Yüzyıla ait bir Anadolu destanı mıdır? “Manas” destanı X. Yüzyıla ait bir Karahanlı destanı mıdır, yoksa XVII. Yüzyıla ait bir Kırgız destanı mı?
Görülüyor ki, bunlar küçümsenecek meseleler değildir. Bunlar hallonulmadıkça destan parçalarını birleştirip bir sanat anıtı meydana getirmek imkansızdır. Millî tarihimizi bir sisteme bağlamak için uzun bir hazırlanma gerektiği gibi, millî destanımızı kesin bir şekle sokmak, şüpheli taraflarını aydınlatmak, bize ait olanlarını alıp olmayanları atmak için de yine yorucu bir çalışmaya ihtiyaç vardır.
Gelecek yazıda Türk destanı üzerinde uğraşan Türk bilgin ve şairlerinden bahsedeceğiz.
(Orkun, 27 Nisan 1951, Sayı: 30)